Eski adamlar mukallit olur. Nerden mi biliyorum? Dedemden.
Rahmetli çok mukallit bir adamdı, lafı gediğine koymasını çok iyi bilirdi. Aynı şey rahmetli babamda yoktu, o, asabilik ve titizlikte benzemişti dedeme. Ama amcam, dedem gibi mukallit, laf ebesi. Amcam, ya da bizim tabirimizle, emicem.
Nerden girdik bu konuya? Efendim, izah edeyim.
Yetmişli yılların başı, benim çocukluk yıllarımla köydeki evimizin yapılışına denk gelir. Şöyle desek daha mı doğru olur acaba: Benim çocukluk yıllarımla köydeki evimizin yapılışı, yetmişli yılların başına denk gelir. Ne dersen de, o ev, zamanında hep telaşlı bir koşturmacasıyla hatırladığım, geniş ve kalabalık ailemize ev sahipliği yapmış olduğu günlerinden çok uzak olsa da, hala ayaktadır ve kullanılmaktadır.
İşte bu evimizin yapılışında emeği olan adam, Osman Dayı’dır. Osman Dayı, zamanın ve civar köylerin bilinen ve aranan ustasıydı ve o zamanlar yapılan hemen her binada onun emeği olduğu bilinirdi. O da mukallit mi mukallitti. Şu an için o günlerden geriye kalanlar biraz bölük pörçük, biraz pörsümüş olsalar da, hatıramdan tamamen silinmiş değillerdir.
İki mukallit, emicem ve Osman Dayı bir arada olunca, haliyle o ortam da güzelleşir, gülmelerle, gülüşmelerle dolu dolu olurdu. Ben de bu ortamda, ağaç kirişlerinin, tahtaların, kalasların arasında dolaşıp kendimce oyunlar oynadığımı zevkle ve biraz da özlemle hatırlarım.
Evimiz yapılırken biz, tam karşısında bulunan, mazu(a harfi biraz uzatlatak söylenir) dediğimiz, ardiye gibi kullandığımız binada kalıyorduk idarelik. Bu mazulardan bizim oralarda, her evin harmanının bir köşesinde bir tane mutlaka görürdünüz. Artık ya modern zamana mağlup olarak yıkıldılar, ya da bizimki gibi, halâ ayakta olsalar da zamanın acımasızlığından çok yakın bir gelecekte bir gün yıkılmaya mahkum oldular. Bir de, daha küçüğü, çöten olur, ona da mısır, patates gibi saklamalıklarımızı ve kışlıklarımızı koyardık. Çöten dört ahşap ayak üzerine oturtulur, ayakların yapının üst bölümüyle birleştiği yere içbükey saclar konulurdu ki, fare ve benzeri zararlılardan içindeki erzaklar korunabilsin.
Buraya kadar tamam, ama burdan sonrası, babaannemden mi, yoksa annemden mi, kimden dinlediğimi tam olarak hatırlayamasam da, muhtemelen babaanemin anlattıklarındandır. Zira iyice kocayıp da artık iş göremez olunca, bize unutamadığı o eski günlerini, anılarını hiç bıkmadan, usanmadan anlatmayı kendine iş edinmişti. Anlatırken, o buğulu gözlerinde hep eski günlerinin özlemini görürdüm. En çok ta sevgili eşim dinlemiştir onu, bıkmadan, usanmadan.
Ev inşaatımızın bir gününde, rahmetli annem mazunun önünde, kuzinede öğlen yemeği hazırlarken, Osman Dayı’nın dikkatini çekmiş. Öğlen yemeği de ne, işte olmazsa olmazımız, bizim tabirimizle pancar çorbası. Siz dersiniz ona ki kara lahana çorbası.
Osman Dayı neden mi pişen yemeğe dikkat kesilmiş? Şundan: Annem yemeğe bir koşam(avuç) tuz atmış, biraz karıştırmış, ayrılmış yemeğin başından. Bir zaman sonra babaannem gelmiş, bir koşam tuz da o atmış, karıştırmış, ayrılmış kuzinenin başından. Hani dedim ya, Osman Dayı mukallit adam, bakmış, “Nasıl olsa bu çorba yenmeyecek tuzdan,” demiş, inmiş çalıştığı yerden, bir koşam tuz da o atmış. Kimse farketmeden de yerine dönmüş, çalışmaya koyulmuş yeniden.
Öğlen olmuş, yer sofrası kurulmuş, sofranın ortasına da bir sahan pancar çorbası konulmuş. Sahan deyince aklınıza bu günkü nostaljik, kulplu yumurta sahanları gelmesin sakın. Gerçi bizim sahanımız da kalaylı bakırdandı amma, derin, geniş ve yukarı doğru yarım santim kadar kıvrımlı kenarlıklı idi.
O zamanlar nerde öyle herkese ayrı tabak, ayrı çanak. Yemek, sofranın ortasındaki bakır sahana veya kocaman yayvan kenarlıklı emaye tabaklara konulan yemeklere kaşık sallayarak yenirdi. Öyle bir zamanda kendine kaşık bulduğuna şükredecektin. Zira bazen kalabalıkta kaşık bile yetmez, dönüşümlü olarak kullanıldığı bile olurdu.
Neyse efendim, sofraya oturulmuş, açlığın verdiği iştahla kaşığını kapan çorbaya daldırmış. Pancar çorbasıyla göbeklenen kaşıkların ardına kadar açılmış ağızlara dehlenmesiyle, yüzlerde buruşma, dillerde kırışma, birbirine bakışma bir olmuş. Arkasını dönen aldığı bir kaşık çorbayı pofkurmuş.
Herkes birbirine “Bu çorba neden bu kadar tuz çoru?” dercesine bakarken, babaannem anneme dönmüş:
“Kız geliiin, sen buna tuz attın mıydı?”
Anam “Hee, attıydıım,” demiş.
Babaannem, “Eee, ben de attıydııım,” diye mukabele ederken “Eyvah, gitti güzelim pancar çorbası!” diye hayıflanıyormuş adeta.
Artık iş meydana çıkınca Osman Dayı da dökmüş eteğindekini kıs kıs gülerek:
“Valla ben de attıydım.”
Bir babaanneme, bir anneme, bir de Osman Dayı’ya dönen başlara durumu açıklamak gerekmiş, ellerini yapacak bir şey yok dercesine havaya kaldırmış:
“Ne bakıyorsunuz, çorba nasıl olsa yenmeyecekti.”
Durum anlaşılınca kahkahalar koyuverilmiş bir zaman. Tabii arada olan, güzelim pancar çorbasına olmuş. Pancar çorbası heba olunca, onun yanında duran soğanlı turşu kavurmasına gün doğmuş. Kuzinede nar gibi kızarıp pişen darı ekmeği de kendisine öyle güzel eşlik etmiş ki.
O günlerde yemeğin de, yemenin de lezzeti vardı. Kim bilir, belki insanın lezzeti vardı da bize yemek lezzetliymiş gibi geliyordu.
Kim bilir!