Kahvaltı sofrasında çökelek vardı bu sabah.Bir tabağın içinde, “Ben peynir değilim, çökeleğim,” diye göz kırpıyordu sanki bana.
Evimin direği, yiyemeyerek ekşittiğimiz yoğurdun kalanını yaşmağa aktarmış, süzdürmüş, kurutmuş ve çökelek haline getirmiş, kuruması için havlupanın bir kenarına asmıştı. Tıpkı eski günlerdeki gibi, tıpkı babaannemin, tıpkı annemin yaptığı gibi. Tek fark, o güzelim köy evlerinin yerini modern apartmanlarımızın almış olmasıydı. Ve annemin olmayışı, tıpkı babaannemin de artık olmadığı gibi.
Sabahları okula giderken, kahvaltımı hep erken, hep yalnız yaparım. Yalnız yaparım derken, bu yalnızlıkta kimseye sitem, kimseye şikayetim yoktur, yanlış anlaşılmasın. Öyle herkes o saatte bir şeyler yiyemez. Ama ben yerim, zira ben herkes(gibi) değilim. Ha,öncesinde mutlaka bir çorba içerim, sonra kahvaltı. Çorbanın yeri ve hikayesi de apayrıdır bende. Onu da yazarım bir gün. Ta köyden, ta eskilerden gelen bir alışkanlıktır benimkisi. Kim bilir, belki de artık eskidiğimdendir. Rahmetli babam, iş zamanı, sabah, yağmur yağıyor ve bahçeye gidilemeyecek olsa bile bizi kaldırır, “Kahvaltınızı edin, yine yatın,” derdi bize. Sebep mi? Yağmur dinip kesildiği anda zaman kaybetmeden o bahçeye gidilecek.
Daha sofraya baktığımda bana göz kırpıp cilve yapan çökelekten daha ağzıma attğım ilk parça ile birlikte, gözümün önünde çocukluğumun köyü bir sinema perdesi gibi açıldı. Yemyeşil fındık bahçeleri arasındaki cılga yollardayım. Mis gibi taze baharın kokusunu, önümde oraya buraya kafasını daldırarak moşur moşur otlama sevdasındaki ineklerle birlikte içime çekiyorum. Boynuma asarak sağ kolumun altına sıkıştırdığım çıkınımda günlük erzağım şişkince dirseğime değdikçe, karnımın asla aç kalmayacağı konusunda bana güvence veriyor. Çıkınımda neyim mi var? Şimdiki nesle burun kıvırtacak, ama o gün benim için şahane bir ziyafet olacak olan şeyler: Evdeki günlük pişme durumuna göre darı ya da buğday ekmeği(belki sac, belki fetil, belki de golit), ağzı darı kesmüğüyle akmasın diye tıkanmış, cam şişede, kendi ineğimizin ayranı. Cam şişe, zamanında içinde ayran satılan, her seyyar lahmacuncuda, her lokantada, her seyyarda bulabileceğiniz alt kısmı geniş, ağzı dar cinsten, halâ da var sanırım. Veee… Erzağımın assolisti çökelek!
Ayran, biraz sonra gök yüzünde arz-ı endam edecek olan güneşin yakıcı ışınlarının etkisiyle ekşimeye ve hafiften kokmaya başlayacak, ama ne gam. (O günlerle birlikte o ekşimsi koku bile burnunda tütüyor insanın bazen.) Bu muhteşem üçlünün nefasetini, lezzetini sözle anlatabilmek pek mümkün olmaz şimdikilere, o günleri yaşamak lazım gelirdi diyeyim ben size de, siz anlayın.
Nereye mi giderdim? İnek yeymiye. Yani çobanlığa azizim, bildiğin çobanlığa. Çobanlık deyince, kendi ineklerimizin çobanıydık biz. Her köy evinin küçük çocuğu gibi. İneklerimizi sabahın erken ve serin saatlerinde çıkarır, sineklerin hücumuna uğrayıp huysuzlanacakları öğlenin ilk veya son saatlerine kadar, o fındık bahçesi senin bu fındık bahçesi benim diyerek yeyer, sıcak kızdırmaya başlayınca da, (esasen evimizin alt katının sol yanındaki, büyükçe ve genişçe bir oda gibi olan) ahıra geri getirirdim. Tabi zaman uzun, karnım acıkır, kolomun altındaki çıkınımdan çökelek, ekmek ve ekşimeye yüz tutmuş erzağımı çıkarır, yelişilin üzerine keyifle kurulur, büyük bir afiyetle yerdim.
Kuruya kuruya taş gibi olmuş çökeleği iki elimle ya da dişlerimle ısırarak zor bir hal kırmayı başarınca, kırt diye çıkan sesin verdiği haz inanılmazdı. Ağızda keskin köşelerin (tükürüğünle onu yumuşatana kadar) damaklarına batması dersen, bambaşka bir hikaye. Yanına bir parça ekmek sıkıştırıp, ayran şişesini de kafana diktin mi var yaaa… Oofff, off! Şimdinin yiyeceklerinde o lezzeti bulamıyor insan. Peki, şimdiki çocukların ve gençlerin görseler burun kıvıracakları o mütevazı erzağımı bu derece güzel kılan şey neydi? Doğallık diyorum da başka bir şey demiyorum. Doğanın doğallığı, hayvanların doğallığı, insanların doğallığı. Belki, seçeneklerimizin az olması diye de düşünülebilir, mümkün.
O günlerin bizzat kendisiyle mi alakalı, yoksa o günlerdeki benle mi alakalıydı bilmem ama, o günlerin, hem bu günlerden, hem de bu günlerdeki benden bambaşka olduğu muhakkaktı.
İnsan bir şeye doyamadığını, o şeyi kaybettiğinde anlıyor ve doyamadığına hasret duyuyor. Doyamadığımız insanlar, doyamadığımız dünya. Biz hepsini kaybetmişiz, doğallığımızı kaybetmişiz.Yapay bir dünyanın içinde, fırsat bulduğumuz her an, doyamadığımız doğallığımıza, doyamadığımız insanlara, o güzelim günlerimize özlem duyuyoruz. Yaşlanmak da özlemi büyütüyor.
Görüyor musunuz bir çökelekten nerelere geldik? O zaman değer vermediğimiz şeyler, şimdi altından kıymetli olmuş. Tabi, bilenler için. Bilmeyene bunu anlatmak, anlamaları için yeterli olmaz, yaşamış olmak gerekir.
08.05.2025, Bulancak