Daha önceleri diş çektirmeme rağmen, her defasında tırsarım. Hastaneye giderken de sanki bir ayağım ileri bir ayağım geri gider gibiydim. Ama neylersin, diş ağrısı başka bir ağrıya benzemiyor. Aslında tam olarak ağrı da değil bu, korkunç bir acı. Hani, nasıl tarif etsem? Sanki dişimin dibinden upuzun bir iğne batırıyorlar ve ucu beynimin en ücra köşesine kadar giriyor, öylesine korkunç bir acı. Artık dayanamaz hale geldiğimde diş hastanesine randevu aldım. Acıdan bir an evvel kurtulma isteği insana en son yapmak isteyeceği şeyi bile yaptırıyor.
Randevu saati 15.30, derslerim bittikten sonraydı. Hastaneye giriş yaptım, kaydımı yaptırdıktan sonra birinci kattaki doktorumu buldum. Doktorumu dediysem… Daha önce hiç diş hastanesine gelmişliğim yok, bu nedenle rastgele seçmiştim, ama şu andan itibaren o benim doktorumdu. Kapısının önünde kimseyi göremeyince sevindim, işim çabuk bitecek diye. İyi ki erken gelmişim, randevu saatimden on dakika erken çağrıldım. İçeri girerken erken geldiğime sevinirken, aynı zamanda benden önce dokltorumdan randevu almamış olanlara dua ediyordum.
O hiç hazzetmediğim dişçi koltuğuna oturmadım da zorla iliştim sanki. Aslında iliştirildim de diyebilirim, zira kendi iradem dışında tamamen hemşirenin direktifleriyle hareket ediyordum.
Doktorum geldi, ışığı yüzüme yaklaştırdı, şikayetimi sordu. Anlattım. “Bir bakalım,” dedi, ağzımı açtırdı, ışığı iyice yaklaştırdı, eğildi ve bir güzel inceledi. “Bu mu?” diye sordu ağzıma hava sıkaraktan. “Buradan hava alıyor değil mi?” diye de ekledi. Evet, oradan hava alıyor, canımı çok yakıyordu. Ağzıma çubuk sokulu olduğundan başımı sallamakla yetindim.
“Küçük bir çürük.”
Bu beni birazcık rahatlatsa da “İyi ama ben ölüyorum ağrısından, beynime bir ok saplıyorlar sanki,” dedim çubuğu ağzımdan çıkarır çıkarmaz. Tedirginlik ve korkuma merakımı da ilave ederek sordum:
“Ne olacak şimdi?”
Doktor gayet soğukkanlı bir şekilde “Dolduralım,” dedi.
İçim ürperdi, tüylerim diken diken oldu. Daha önce hiç dolgu yaptırmamıştım ve bu güne kadar dolgu yaptıranlardan duyduklarım aklıma gelince tüylerimin kabar kabar olduğunu hissettim. “Hemen mi?” sorusu gayrıihtiyari çıktı ağzımdan ve muayenahanenin buz gibi ortamında havada asılı kaldı sanki.
Doktorumun yanıtı gayet kısa ve net, aynı zamanda gayet duygu yoksunuydu. Ya da bana korkumdan öyle geliyordu, bilemedim.
“Evet, hemen.”
Korkuyla karışık bir endişem zaten hep vardı, bu yanıt üzerine büyüdü, büyüdü, kocaman bir dağ olarak üstüme oturdu. Neylersin ki, acı üzerime oturan o dağdan da büyük. Bir an evvel kurtulmam lazım. “Olmaz,” demedim, daha doğrusu diyemedim. İçimdeki korku ve tedirginliğin dışıma vurmamasını ümit ederek sordum:
“Peki ne kadar sürer?”
Doktorum durdu, maskeden göremiyordum ama, maskenin altından yüzüme muzır bir gülümsemeyle bakıyordu, ispatlayamasam da emindim.
“Senin ne kadar vaktin var?”
Pazarlık yapar gibiydik.
“Vakit sorunum yok hocam da, daha önce hiç dolgu yaptırmadığım için merak ediyorum sadece,” dedim. Yalandı, vallahi yalandı. Esasen, bu işkenceye ne kadar maruz kalacağımdı merak ettiğim. Doktorum hiç tereddütsüz, “Yedi dakika,” dedi. Sevindim, en azından düşündüğüm kadar uzun değilmiş diye.
Hemen ağzımı kocaman açtırdı, bir iğne yaptı. Ayağımı gergiye getirmiş, iğnenin acısını içimin her yeri dahil ağzımın en derinlerinde göğüslemeye hazır olmuşken, sağ üst damağımı sivrisinek ısırmış gibi oldu. Bunun üzerine hissettiğim rahatlamayla birlikte koltukta pelte gibi yayıldım sanki. Sonrasında dışarı çıkıp beklememi rica etti ve ekledi, “Birazdan çağıracağım.”
Dışarı çıktıktan kısa bir süre sonra yüzümün sağ tarafını hissetmemeye başlamıştım bile. Bir ara “Tamam işte, ağrım filan kalmadı, geliyorum eve,” diye yazdım aile grubuna. Gülüştüler. Ben yazışmaya devam ederken hemşirenin yeşil bandanalı başını kapının aralığından ismimi söylerken gördüm. Gruba, “Giriyorum,” yazdım.
İçeri nasıl girdim, doktor ağzımın içinde nasıl zar zar kazı yaptı, ne zaman işlem bitti anlayamadım. İçeri çağrıldığımda saat 15.20, çıktığımda 15.31’di. Bunun beş dakikası uyuşma için bekleme olsa, altı dakikası dolguydu. Nitekim doktorum sözünde durmuş, vadettği süreden de erken işini bitirmişti. Maskesini ve eldivenlerini çıkarıp atık çöp kovasına atarkan “Geçmiş olsun,” dedi ve çıktı gitti. Hemşireye baktım.
“Bitti mi?”
“Bitti,” dedi hemşire de. “Geçmiş olsun.”
Ardından başıyla çıkışı işaret ederek ekledi:
“Güle güle.”
Ne dolgudan sonra ne yapacağımla ilgili bilgi verme oldu, ne de başka bir şey, hepsi bu kadardı. Çıktım. Aile grubuna yazdım:
“Bitti.”
Şaşırdıklarını ifade eden emojiler belirdi ekranın yüzünde gülen suratlarla birlikte. Hanım yazdı:
“Bu kadar mıydı?”
Cevabım:
“Ne kadar olmalıydı?”
Mesajıma gelen cevap:
“Sen dolgu yaptırdığına emin misin?”
Uyuşuk yüzümle gülebildiğim kadarıyla sesli güldüm.
Bütün bu kısa süreçte hiç bir şey hissetmeyen ben, hastaneden kendimi dışarıya, temiz havaya attığımda, bu kadar zaman bu ağrıyı boşu boşunaçektiğime hayıflanıyordum.
17.09.2024, Salı
Bulancak