Bu bir pişmanlık hikayesi, ya da, bir pişmanlığın hikayesi. O kadar derin bir pişmanlık ki bu, bir çok kimse için belki önemli bile sayılmayacak bir pişmanlık.Ama olsun, benim için önemli ve anlatmakla biraz da olsa vicdanımı rahatlatmış olacağım.
Geçmişte bir gün, bir sabah, bir ramazan bayramı arefesi. Ailece ahirete göç etmişlerimizin kabirlerini ziyaret etmek istedik, en başta da annemizin. Çoluk çocuk arabaya doluştuk.
Yola çıkmadan önce benzin almam gerekiyordu. Bunun için en yakın istasyona uğradık. Ödeme yapmak üzere arabadan inerken, babam, her zaman yaptığı gibi param olup olmadığını sordu. Bu her seferinde aynı olurdu. Babam sorar, ben de “Var,” derdim. Yalnız bu defa ve ilk defa, cebimde param olduğu halde, şeytan aklıma girdi ve biraz da gayriihtiyari “Yok!” çıktı ağzımdan. Babam hiç terddütsüz çıkarıp 20 Lira verdi. O zamanda iyi para. Aldım. Ödemeyi yaparken paramın cebimde kalmış olmasına sevindim ve kâr ettiğimi düşünerek içten içe keyiflendim.
Ziyaretimizi gerçekleştirip döndük. Hane halkını eve bıraktıktan sonra, bayramda lâzım olur düşüncesiyle tekrar benzin almak üzere aynı istasyona gittim. Pompaya doğru yaklaşırken yavaşlayıp durayım diyerekten debriyaja basmamla birlikte “Çaat!” diye bir ses duymam bir oldu ve sol ayağımın arabanın tabanına yapıştığını hissettim. Pompaya yanaşamadan kaldım orta yerde. İnip baktım, debriyaj telinin kırılmış olduğunu gördüm. Benim baş edebileceğim bir sorun gibi görünmüyordu. Yapılacak tek şey vardı, usta çağırmak. Ben de öyle yapımaya karar verdim. Ancak o zamanlar, cep telefonu denilen teknoloji harikasına fiyatından dolayı ulaşmak bize henüz nasip olmamıştı. İstasyondan da telefon edemedik bir türlü. Bu durumda sanayiye bizzat gitip usta getirmem gerekiyordu. Neyse ki, yakınlarda bir yerde çalışan amcaoğlumun arabasını ele geçirip sanayiye ulaşmayı başardım.
Günlerden hem arefe hem de Cumartesiydi. Üstüne üstlük günün de son saatleri. Usta bulmak biraz zor olmakla birlikte, işini neredeyse bitirip dükkanını kapatmak üzere olan bir ustayı yakaladım. Yakaladım yakalamasına da, adam razı olmuyordu bir türlü, kapatıyorum da kapatıyorum diyor, başka bir şey demiyordu. Yalvar yakar, ikna etmeyi başarabildim. Hiç vakit kaybetmeden arabanın yanına ulaştık. Usta, kendi yöntemleriyle arabayı çalıştırarak dükkanına kadar getirdi, kısa sürede de arızayı giderdi. İş bittikten sonra borcumu sordum. Usta cevap verdi:
“20 Lira!”
Nedense bu “20 Lira!” vicdanımda orta şiddette bir deprem büyüklüğünde bir rahatsızlık yarattı. Nedenini bulmaya çalıştım bir müddet. Çok fazla düşünmememe gerek kalmadan aklıma, sabahleyin babamın “Paran var mı?” sorusuna gayet masumane duygularla verdiğim “Yok!” cevabı geldi. Tüylerim diken diken oldup ürperdiğimin farkına vardığımda anladım ki, bu olaydan çıkarmam gereken büyük dersler vardı: Baban da olsa yalan söyleme! Pembe de olsa yalan söyleme! Masumane olsa da yalan söyleme!
Önce babamdan utandım, sonra da kendimden. Dersimi de aldım. “İlâhi adalet bu olsa gerek,” diye fısıldadı vicdanım. “Kimseye layan söyleme, baban da olsa, kimsenin hakkına girme!”
Aradan yıllar geçti, babam rahmetli oldu. Sağlığında kendisine bu olayı anlatıp helalleşmek istediysem de, bunu hiçbir zaman yapamadım. Bilemiyorum neden, olmadı, olamadı.Çektiğim vicdan azabı zaman aşımına da uğramadı üstelik. Kimbilir, söylesem önemsemeyecekti bile belki de.
Hatırladıkça, içimde bir yerler acır hep.
Acısın! Acısın ki kefaret olsun.