Yaşanmışlıklar Evi

Bir ev düşünün: Yaşamış, yaşatmıştır. Günler görmüş, gördürmüştür. Geceler geçirmiş,  geçirtmiştir. Yağmurlara direnmiş, rüzgârlarca dövülmüştür. Kar yağmış, yorgan gibi örtünmüş, sarılmış sarmalamıştır içindekileri. Ama artık yaşlıdır, yaşlanmıştır o. Yaşlılığın izlerini her yerinde apaçık belli etmektedir: Çürümeye yüz tutmuş ahşap bölümleriyle beli kambur, ahşap dolma denilen yapı tekniğiyle yapılan yerlerinden eksilen taşlarıyla dişleri dökülmüş gibi sırıtmaktadır. O, her haliyle bir yaşanmışlıklar evidir.

Üzeri çinko, artık yer yer delinmiş ve çürümeye yüz tutmuş çatısıyla, iki katlı bir evdir bizim köy evimiz. Çatı demişken, tek işlevi çatılık yaparak evi koruma altına almak değildi. Önemli bir başka görevi de kapı zili vazifesi görmesiydi. Bazı zamanlarda; özellikle de uzak yerlerden ağır bir misafir geldiyse; çatıda önce drannn diye bir ses duyulur, sonra tıngır tıngır bir yuvarlanma sesi ve küçük taşın yere düştüğünde çıkardığı belli belirsiz çatt nidası ile nihayet bulan kısa ama etkili bir “Biz geldik!” bildirimi verilmiş oldurdu. Sonrasında “Ooooo!” diye kalın bir erkek sesi ünlemesi duyulur, o zaman anlardık ki misafir geldi.

İlk katı betonarmedir evimizin, temeli kara taş, üzeri briket. İkinci kat, ya da bizim tabirimizle üst kat, ahşap dolma, dolmaların içi, yani aslında evin dış cephesi, birbirini kesen, birkaç santim kalınlığında ve yine beş on santim enindeki ahşa tahtaların içi, taş dolgu. Artık taş dolgu demeye bin şahit ister gerçi. Geçen yılların bıraktığı derin izler evin her yerinde görülür. Ahşap olan yerler, gelinciklerin, farelerin tırtıklamasının etkisiyle dökülmüş, yer yer çürümüş, yıpranmış, geçen yılların izlerini insanın gözüne sokar hale gelmiştir. Dolgulardaki taşlar yer yer dökülünce, ahşap kısımlar her türlü haşereye yığınak, barınak ve kemirilmelik malzeme olacak şekilde ortaya çıkmış haldedir. Geçen yılların işi ne? Ahşabı çürütmek için her türlü şart ve durumla iş birliği yapmıştır.

Pencereleri de ahşaptır evimizin ve iki parçalıdır. İlk ve üstteki parça sabittir, açılmaz. İkinci ve alttaki parça biraz içeridedir ve sabit olan parçanın üzerine doğru kaldırılır, açık tutmak için pillanguç adı verilen bir mekanizma ile sabitlenir, böylece pencere açılmış olur. Dışta ise yine iki ahşap kanat, çekildiğinde ortada birleşerek yerine ve zamanına göre korumalık olarak vazife görür, gece olunca çekilir, kapatılır. Hoş, sonraları o dış kanatlar da zamanın değişiminden nasibini alarak sac kapaklarla değiştirildi ya.

Evimizin girişindeki, zamanla demir kapıya dönüşmüş olan kalın ve ağır ahşap kapının hayali de halâ taptazedir. Eski zaman usulü dövme demirden yapılma kilit, diline basılınca arkadaki demir çubuğu harekete geçer, demir çubuk oturduğu yerden yukarı kalkar, kocaman ağır kapı gıcırtıyla geriye doğru açılırdı. Kapının girişinde ve üstünde, yağmurdan koruması amacıyla, ahşap çıtalar üzerine sabitlenmiş bir parça çinko vardır. Eskimişliğini cömertçe ortaya koysa da, günümüzde de varlığını devam ettirmektedir. Yağmur yağdığında evin çatısının köşesinden ince bir ip gibi süzülen yağmur suyunun ortaya çıkardığı o eşşiz ses, en tatlı anne ninnisi gibidir. Onun sesiyle uyumak… Kelimelerle anlatılır gibi değildir.

Evimizin önünde geniş, beton bir harman bulunur. Bu harman, zamanında çimendi, yemyeşil. Sonraları, taşlarla döşendi. En son, ama tabi yine de çok uzun zaman önce beton döküldü. Hoş, beton da zamana direnemedi, artık yer yer yıpranmış, delinmiş, kırılmış yerlerinden börtü böcek eşliğinde her çeşit ot, çalı, diken fışkırmaktadır. Ah o harman… Zamanında üzerinde ne otlar, ne kestane, incir yaprakları kurutuldu, ne fındık harmanları tırmıklandı, ne düğünler yapıldı.

Düğün deyince aklıma geldi. Evimizin çatısı çinkodur da demiştim ya hani. İşte o çatının köşelerine elde örme renkli filelerin içine yumurtalar konulurdu. Bir düğün olduğunda, tabancalarla o yumurtalar hedef alınır, vurulurdu. Aynı şekilde bundan bacalar da nasibini alır, delik deşik olurdu. Çocukluğumda hiç anlamam verememişimdir, bundan nasıl bir zevk alınır ki? Bizim oraların insanı silahsız yapamaz, ama ben silahı hiçbir zaman sevememişimdir. Belki de bundandır anlayamayışım. Bir Karadenizli olarak silahla sadece askerde muhatap olmam da bundandır belki.

Bir ev, bir pencere, bir kapı, bir harman insanın zihninde neleri canlandırabilir? İnsanı mazinin hangi derinliklerine götürebilir bilmem ama, beni aldı, çocukluğumun belki de en güzel yerlerine, zamanlarına yuvarladı. Henüz, hayatımızdan kayıp gitmemiş güzel insanların olduğu günlere.

Dışarıda burul burul kar yağmaya devam ediyor. Geceden beri yağan kar ise diz boyunu çoktan geçmiş. İçeride güpür güpür yanan kuzine, yaydığı sıcaklık huzuruyla sarıp sarmalıyor insanı. Üzerindeki kalaylanmış kara bakır tencerede bizim deyişimizle pancar çorbası, zamana uydurulmuş adıyla kara lahana çorbası, kaynaya kaynaya göbek atıyor, kokusu aşanayı(biz aşana derdik, siz mutfak) tutmuş, burun deliklerimizden içeri süzülüyor. Yanında yine kara saplı tavada, burkalanarak, yağda kavrulmuş soğanla harmanlanıp lezzetin doruklarına ulaşmış fasile turşu kavurması arz-ı endam ediyor. Babaannem kuzinenin gözünü açıyor, bir tepsi nar gibi kızarmış darı ekmeğini çıkarıyor, elinde kullanılmaktan ve sürekli ateşle hemhal olmaktan simsiyah olmuş kalın bez bir silekle. Dedem, sedirin baş köşesine, pencerenin kenarına ayaklarını uzatıp üst üste atarak kurulmuş, kâh içeride olup biteni, kah incir ağacına konan karatavuk ve alakargaları seyrediyor. Tam bu esnada pencerenin üst kısmının camına bir kafa dayanıyor, camda bıraktığı izlerle alnı buruş buruş, içeriye bakıyor. Gülümsüyor Hüseyin dayım, ki bizim için o hep İsiin dayı olmuştur. Onu fark eden dedemin de yüzüne güzel bir gülümseme yayılıyor. Bu bir memnuniyet ifadesidir. Eliyle işaret ediyor, gel. İsiin dayım dış kapıda, diz altlarına kadar gelen elde örme yün çorabının üzerinde tomurcuklar oluşturmuş kar tanelerini temizlemekle meşgul oluyor bir süre. Sonra kapının kolunu tutup, yassı küçük dilini bastırınca, arka tarafta oturduğu yuvadan kurtulan demir çubuk, kapının açılmasına izin veriyor. Ne harika!

İçeride tadına doyum olmaz bir gün yaşanırken, bir başka zamana ışınlıyor zihnim beni. Aha işte, başka bir gün başlıyor köy evimizde.

Bizim köy evinde gün hep çok erken başlardı. Sabah namazından önce aşanadan gelen tatkır tukur sesler, evin her tarafına yayılırdı. O zaman anlardım ki, babaannem kalkmış ocaklığı yakıyor. Dedem ocaklığın sol tarafına yaydığı minderine uzanmış, kafasını arkaya dayamış, küçük, pilli el radyosunu kurcalıyor. Önce gacır gucur kanal arama sesleri duyuluyor, sonrasında yayının açılış müziği, dalga dalga evin her tarafına yayıldıktan sonra kulağıma kadar ulaşıyor. Hah tamam, her zamanki rutin gerçekleşti, biraz sonra kaldırılacağım, elimi yüzümü yıkayıp ocaklık başına, dedemin ayak ucuna attığım mindere bağdaş kurarak oturacağım. Mavi renkli, emaye, yer yer isten kararmış çaydanlıkta çay çoktan kaynamış bile. Haftanın Salı günü bizim ilçenin pazarıdır ve bize o pazardan pazar ekmeği gelirdi.İlçe fırınlarından gelen, pazar ekmeği dediğimiz somun ekmekleri dilimlenerek, dayandığı  küp şeklindeki ocaklık taşında çıtırdatılıp kızartılmış, bol şekerli çaya batırılmaya hazır. Dünyanın en lezzetli şeyi bu olsa gerekti.

Aşananın hemen yanında ahırımız bulunurdu. İneklerimizin yalları yirmilik yağ tenekelerinde kaynar, kıvrılmış yanlarından tutularak ahırın kapısında hazır bekleyen ahşap yal küleklerine boşaltılırdı. Yaldan yayılan kesif koku insanın burun direklerini sızlatırken, ahırda aynı kokuya sabırsızlanan ineklerimizin boynuzlarını ahşap kapıya vurmalarıyla bir gürültü cümbüşüne neden olurdu. Kapının açılmasıyla birlikte, daha önlerine indirilmesini bile beklemeden yal küleğine uzanan kocaman dil, haşlanmış çeşitli nevideki ot tutamlarını öyle bir kavrardı ki. Kafasını şöyle bir sallamasıyla saçılan sıcak su tanecikleri yüzümüze, üstümüze başımıza saçılır, yukarıdan aşağı ıslatırdı. Yal küleğinden ilk lokmayı alma konusunda ahır kapısının hemen önündeki inek en şanslısı olurken, onun hemen yanındaki ineğimiz melûl melûl bakarak sıranın kendisine gelmesini beklemek zorunda kalırdı. Babaannemle ben koca yal küleğini ineklerin önüne indirmek için uğraşırken, öndeki ineğimiz, daha yere inmesini beklemeden küleğe başını daldırma çabasıyla işimizi olabildiğince zorlaştırırdı. Zor bela önlerine yerleştirdiğimiz yal küleklerine öyle bir dalmaları olurdu ki ineklerimizin, dünyanın en güzel ziyafeti olsa gerek diye düşünürdüm.

Bir de üst katta, ahırın tam üstüne denk gelen büyük odada yatan şanslı(!) insan olma durumu vardı. Genelde bu şanslı insan ben olurdum. Alt katımda iki inek ve bir katır, gece tangır tungur kelek sesleri, katırın oflayıp puflayıp darlanınca kişnemesi. Yetmezmiş gibi ara sıra şar şar işeme sesleri ve ardından genizleri yakan o asitli koku. Sonra sıkışınca, pat pat beton zemine vura vura sıçmasınlar da patlasınlar mı hayvancağızlar? Taptaze kokular birbirine karışıyor. Ohh, miiis! Ve böyle böyle geçip giden geceler.

Üst katıyla, alt katıyla, dışarıda asma tuvaletiyle, ardiye gibi kullandığımız beton odasıyla, üst katta ön tarafa doğru çıkıntılı köşküyle, dedem ve babaannemin odasıyla, ahşap merdivenden çıkılınca tam onun karşısına denk gelen küçük köşk namlı minik odasıyla bir zamanlar ne ihtişamlı yaşamlara sahiplik etmiştir bizim köy evimiz. Kendisi de az ihtişamlı değildi ha.

Ne güzel zamanlardı o zamanlar. Ben öyle diyorum da, benden başkasının ilgisini çekmiyor. Hoş, artık benim bile ilgimi yitirdi. Bir anı yumağı olmaktan öteye geçemiyor. Belki de haksızlık ediyorum, bilmiyorum.

Geçmiş şimdi bir hikâye gibi oldu, yaşanmışla yaşanmamış arası. Bundan bazen ben de şüphelenmiyor değilim. İşte o zamanlarda köy evime bakıyorum. O diyor ki bana, bütün bunlar yaşandı.

Şimdi köy evim üflesen yıkılmayacak belki, ayakta da duruyor ama… O oda senin, bu oda benim dercesine insanın kafasını yalarcasına pervasızca uçan yarasalar, duvarlarda, odanın içinde, burnumuzun dibinde fink atan kertenkeleler, tıkır tıkır ahşabı kemirirken aslında evin esas sakinlerinin beynini kemiren fareler, gelincikler, açık buldukları camdan içeri dalan kuşlar… Köy evimizi tahammülsüz bir mekân haline getiriyorlar.

Nisan ayı sonunda başlayıp genel olarak aralık ayı başlarında soğukların ben buradayım demesiyle bir sonraki nisan ayına kadar ara verilen, genelde hafta sonlarının rutini köye gitme işi, işte bu ev yüzünden biraz sıkıntılı oluyor. Her seferinde yeniden silme süpürme istiyor, düzen istiyor. Aksi halde eve girmek insanın içine sinmiyor, değil ki oturup yemek yiyesin.

Koca iki katlı ev ilk haftalarda şöyle üstünkörü bir süpürme eylemine sahne olsa da, fındıktan önceki son bir ayın arasına sıkıştırılan bir haftada, dökülen terek, çanak, bardak şakırtılarıyla, harmandaki kalın telin üzerinde rüzgarda dans eden, köpüklü sudan yeni çıkmış, eteklerinde henüz birbirini takip eden damlaların şıkırtılarıyla kilimler, yatak ve sedir örtüleri, yastık ve yorgan yüzleriyle tam bir şenliğe şahit oluyor. Sonrasında, en azından iş sezonu boyunca oturulabilir, insanın azıcık da olsa içinin alacağı bir hale geliyor.

Genelde Nisan ayından başlayarak, hafta sonlarında birkaç saatten oluşan bir süreçtir aslında bizim iş sezonumuz. İş yapmaktan çok zaman geçirmeyi amaçlayan bir sezondur esasen. En azından, benim için öyledir.

Hey gidi günler hey. Zamanın şöyle bir uğrayıp da elini dokundurarak aşındırmadığı yer var mıdır? Tıpkı bizim köy evi gibi. Oysa ben onun en ihtişamlı hallerini de bilirim, doğuşundan itibaren büyüyüp gelişerek serpilmesini de.

İçinde en kalabalık aile hallerimizle yaşanmışlıklarımızı da!

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir