Güzel Günlerin Çocuğuyduk Biz

“İnsan, yaşlanmaya başladıkça özlermiş eskiyi,” derler ya, ben eskiyi özlemeye başlayalı çok zaman oldu!

“Ben çocukken,” diye başlayınca hep bir “Aaahhhh!” çekerim.

Güzel günlerin çocuğuydum ben. Şimdiki çocukların asla yaşayamayacağı neler yaşadım neler; o güzel günlerin her güzel çocuğu gibi!

Anlatmasam olmaz!

Elektriğimiz yoktu, televizyonumuz da. Ama… Camlı ışığın alttan göbekli, üstten düdük gibi camından yayılan solgun ışık hüzmelerinin altında güzel akşamlar, el ulağı diye adlandırılan gazyağı lambalarının ftilinin ucundan kalın bir isle birlikte odaya yayılan ölgün ışığında tatlı sohbetler vardı. Ablalarımız el işi yaparak gelecekteki yuvalarına çeyiz biriktirirken, büyüklerimizin bir bardak çayda demlenen yarenliklerine kulak misafiri olmanın lezzetine doyum olmazdı.

Eskiyen kazaklardanhırkalardan sökülmüş yada eprimiş elbiselerden yırtılarak yapılmış iplerden dokunmuş renk cümbüşü kilimler serilmiş odalarda oynadığımız oyunlar zamane çocuklarının oynadığı sanal oyunlara hiç mi hiç benzemezdi.

Mevsim kışsa ve dışarıda da diz boyu kar varsa, evden eve açılan cılga yollardan misafirliklere kapılar aralanırdı. Kuzinenin üzerindeki emaye kara demlikte misafirlerin sıcaklığıyla ısınmaya başlayıp bir avuç çaya duyduğu özlemle kaynayan su, sevininden fokur fokur göbek atardı. Ve nihayetinde çayla buluşup kıpkırmızı kesildiği vuslat anında kokusunu salardı odanın her köşesine buram buram.

Yine kuzinenin gözünde pişen ekmek göz göz olup pofuduk pofuduk kabarıyorken, yanına yastık gibi uzatılan kocaman bütün patatesler kendinden geçip enfes kokusunu karşılık beklemeden ekmeğe katardı. Kibirden mi yoksa gururdan mı kabar kabar olduğu tam olarak bilmediğimiz ekmeğin tepsiden çıkarılıp tam ortasından ikiye bölündüğü anda salıverdiği, insanın iştahına zirve yaptıran kokusuyla sarmaş dolaş olmuş dumanını içimize çekerdik. Ekmeği bölen, çalışmaktan nasır bağlamış babaannemizin ya da annemizin elleri, o esnada ekmeğin sıcaklığını hissetmezdi bile.

Hele o kabuğunun içinde kendinden geçerek iştahımıza zirve yaptıran sıcacık patatesleri ellerimizde hoplata zıplata karnını yarmak yok mu? Yok böyle bir lezzet gibi gelirdi bize, varsa da biz bilmiyorduk.

Okula yukarıdaki komşu köye giderdik. Babaannem sabah erkenden kalkar, en alevlisinden kırmızı alazlarla, gölgeleri henüz yarı aydınlanmış odada dans eden ocaklık ateşinin karşısına koyduğu kocaman küp şeklindeki taşa, dilim dilim ettiği pazar ekmeğini dayar, nar gibi kızartırdı. Pazar ekmeği nedir bilir misiniz? Bizim ilçenin pazarı salı günleri kurulurdu. Köyden ilçeye gidenler de “pazara giderlerdi“. Bu nedenle, ilçe fırınlarından gelen ekmeğin adı “pazar ekmeği” olurdu. İşte o ekmeği çaya batıra batıra yerken aldığım lezzet halâ damağımdadır.

Halâ köydeki evimizde o ocaklık ve taş duruyor olsa da, yazık ki babbannem yok, onunla birlikte o ekmeğin tadı da, o çayın lezzeti de. Anladım ki lezzetin sırrı babaannnemdeymiş ve onunla beraber göçmüş.

Biz köy insanlarıyız. Salı günleri bizim buranın pazarıdır demiştim ya. Köylülerimiz o gün o pazara mutlaka inerlerdi. Yeşil remkli, tenteli, kışın takılır, yazın çıkarılır kapılı, tıkır tıkır kalın sesiyle aksıra tıksıra çalışan cipler, sabahın erken saatinde köyün bir ucundan diğer ucuna yolcularını toplar, alır savuşurdu. Aynı şey, öğleden sonra, bu sefer tersine işlerdi. Ekmek parası peşine düşen gençlerin yıllar içerisinde köyün nüfusunu en asgariye çekmeleri bile günümüzde de bu ritüeli asla değiştirmemiştir.

Amcam da o köylülerdendi. Pazar dönüşü elleri kolları dolu, köyün yeşil cipinden iner, kendi evine gitmeden önce mutlaka dedemlere uğrardı. Alınanlar bölüşüldükten sonra sıra, üzeri yamalık minderleriyle kaplı tahta sedirin bir ucuna dedemin, diğer ucuna amcamın kurulup birer bacaklarını diğerinin altına kıvırarak, amcamın o gün yaşadıklarını tek tek dedeme anlatmasına gelirdi. Amcam öyle güzel, tane taneanlatırdı ki, hiç bir şeyi atlamaz, sırasını katmazdı. İşte o anlatıyı sabırsızlıkla beklerdim. Zira, o zamanki ben için bu, dünyanın en güzel masalıydı.

Yalan yok, çok güzel eğlenmesini de bilirdik biz.

Fındık ışkınlarınan at yapardık, araba yapardık. Yaykın çubuğundan düdük yapar öttürür, patlak ağacının ödünü çıkararak yaptığımız patlaklarla, gazete kağıdından sıkıştırarak yaptığımız minicik mermileri birbirimize atardık. Naylon gübre torbalarından fırıldak mı yapmadık, iki cevizin ortasını delip bir çubuğa takarak çektiğimiz iple  fır fır dozillik mi döndürmedik! En güzel oyuncaklarımızdan biri, tel arabalarımızdı.

Tel arabalar?

Telden imal ettiğimiz arabalarımızın tekerleklerini, eskiyen kara lastiklerimizin kalın topuğundan keserdik. Telden araba yapardık da tahtadan yapmaz mıydık? Olur mu hiç öyle şey? Araba imalatında üstümüze yoktu anlayacağınız. O tahta arabalarla yokuş aşağı Allah ne verdiyse kapıp koyuverince, kendimizi düzlükte tepetaklak bulurduk da, canımızın acısını andan aldığımız zevkle tedavi ederdik. Kabuk bağlamış yaralarımız da ödülümüz olurdu.

Karda gübre torbası muşambasıyla kayanınız oldu mu hiç? Kaymadıysanız çok şey kaçırdınız, söyleyeyim. Bembeyaz karla kaplanmış yama tarlanın başından kendimizi salıp soluğu aşağıdaki düzlükte almanın zevki, geriye dönerken çıkacağımız yokuşun eziyetini gözümüze bile getirmezdi.

Bir şey dikkatinizi çekti mi? Çekmediyse ben yardımcı olayım: Gübre torbası ne kadar işlevsel bir şeymiş o yoklukta meğer!

Harmandaki çamaşır teline kolanla salıncak asmışlığım da vardır, sonucu pek hayırlı olmasa bile en azından bir kere sallanmayı başarmışlığım da. Telin kopmasıyla güp diye tarlaya oturmamın beni soluksuz bırakması olmasaydı daha eğlenceli olurdu ya, her şeye rağmen denemiştim.

Fındık dallarından yapılma çıkrık kapıdan yuvarlanmayı da tecrübe ettim, ama tavsiye etmem. Yokuş aşağı yuvarlanmanın kol, bacak ve yüzünüzde açtığı yara bereler, canınızın olabildiğince yanmasına sebep oluyor, demedi demeyin. Tesadüfen bir tarafınızın kırılmaması ise verilmiş sadakası varmış diyerek teselli sebebi oluyor.

Şimdi bütün bu hatırladıklarıma bakınca, ne yaramaz çocukmuşum ben!

Zamanımızın çocuklar bunları hiç bilmeyecek. Şimdi, onlar mı o günleri yaşayamayarak çok şey kaybetti, biz mi onların zamanına ayak uyduramayarak çok şeyden olduk?

Ona da karar vermek sana kalsın!

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir